OSMANLI EKONOMİSİ VE VAKIF MÜESSESESİ
Osmanlı'nın ekonomik yapısı, adalet temeline ve önceki İslâm devletlerinden
miras kalan ikta, tımar, mukataa gibi kurumların yanında fütüvvet, ahîlik gibi
esnaf kurumlarının yan yana yer aldığı büyük bir birikime dayanmaktaydı
(Tabakoğlu, 2005:118).
16. yüzyılda Osmanlı topraklarının %
20'si vakıf sistemi içerisinde yer almakta, vakıf gelirlerinin yaklaşık %
15'ini, devlet gelirlerinden alınan paylar oluşturmaktaydı. Bu dönemde vakıf
gelirleri toplam kamu gelirleri içinde % 12'lik bir paya sahip bulunmaktaydı.
Bu oranın ilerleyen zaman içerisinde % 20'lere kadar yükseldiği görülmüştür.
(Tabakoğlu,2005:230).
19. yüzyılda tesis edilen vakıfların
kurucularının % 42'si devlet adamlarından, % 16'sı ilmiye sınıfından, % 9'u
tarikat erbabından, % 2'si zanaatkârlardan, % 11'i belirsiz mesleklerden, %
18'i ise kadınlardan oluşuyordu. Bu son kategorideki kurucular, din işleriyle
vazifeli veya askerî sınıftan kişilerin eşleri veya kızlarıydı
(Armağan,2006:169-171).
a. Para Vakıflarının Ekonomik ve Sosyal Hayata Katkıları
Vakfiyeler incelendiğinde
vakfedilenler arasında gayrimenkuller olduğu gibi menkuller de bulunmaktadır.
Vakfedilen bu menkulün kendi başına ebedîliği mümkün olmadığı için ve bu
husustaki hukuki ihtilafa binaen menkullerin ve nukudun (vakfedilen paraların)
gayrimenkulle beraber vakfedildiğini görüyoruz. Vakıflarda ebedilik, yani
kalıcılık esastır. Bu bakımdan, vakıf kuran kimseler kurdukları bu vakfın
ilelebet yaşaması için mali kaynak tahsis ediyordu.
Vakfedilen gayrimenkullerin bir
kısmı doğrudan hizmet için kullanılmış bir kısmı ise kiraya verilmiş ve elde edilen kira geliri vakfın hizmetlerinde değerlendirilmiştir.
Vakfedilen menkullerden eşyalar doğrudan hizmet için kullanılmış, vakfedilen
paralar ise iş ortaklığı veya muamele-i şeriye usulüyle işletilerek elde edilen gelir vakfın hizmetlerinde
değerlendirilmiştir. Vakfedilen paraların işletilmesinde anaparaya
dokunulmamış, yani anapara muhafaza edilmiş, vakıf paranın ticaret yoluyla
işletilmesi sonucu elde edilen kârdan ilgili vakfa belli bir yüzde pay verilmiş
ve bu miktar vakfın giderlerine harcanmıştır.
Vakfedilen paraların işletilmesinden veya
kiralardan elde edilen gelirler öncelikle vakfın gayesine uygun hizmetlerin
gerçekleştirilmesinde değerlendiriliyor, sonra vakıf hizmetinde bulunanların
ücretlerine harcanıyordu. Böylece vakıflar yoluyla hem hizmet erbabına istihdam
sağlanıyor hem de ekonomik kriz dönemlerinde
piyasalardaki sıkıntıların daha az zararla atlatılmasına katkıda bulunuluyordu.
Dolayısıyla ekonomik istikrarda vakıfların rolü azımsanamayacak kadar
etkiliydi. Hatta bu etkilerinden dolayı vakıfların piyasa krizlerinin emniyet
sübabı olduğu söylenebilir.
Özellikle para vakıflarından ihtiyaç sahiplerine karz adı altında karşılıksız
para verildiği gibi yine ihtiyaç sahiplerine idâne yoluyla rehin karşılığı borç para veriliyor ve bu yolla ihtiyaç
kredisi kullandırılmış ve böylece insanların kredi ihtiyacı giderilmiş
oluyordu. Para vakıflarının bu ihtiyacı karşılaması sebebiyle ihtiyaç
sahiplerinin yüksek faizler vererek borç para alma zarureti ortadan kalkıyor ve
bu yolla kredi piyasaları bir nizam ve intizama sokulmuş oluyordu. Şayet o
dönemde para vakıflarından böyle bir kaynak sağlanmamış olsaydı insanlar çok
yüksek bedeller ödeyerek faiz batağına düşeceklerdi. Bu ise sınırlı para arzına
karşı para talebinin çok olması nedeniyle piyasada istikrarı bozmuş olacak,
belli dönemlerde insanların maruz kaldığı tefecilik başını alıp gidecekti. Bu
bakımdan para vakıflarının varlığı Osmanlı piyasa ekonomisinin istikrarında çok
önemli bir rol oynamıştır. Diğer önemli bir husus da vakıflardan borç para alan
kimselerin, bu paraları tekrar yatırıma döndürmek suretiyle ekonomik kalkınma
ve istikrara da katkıda bulunmuş olmalarıdır. Şu hâlde para vakıflarını -tam bir
benzerlik yoksa da- bugünkü manada bir kredi kurumu olarak değerlendirmek
mümkündür.
Osmanlı döneminde eğitim, bayındırlık,
sağlık hizmetleri ile dinî ve hayrî hizmetlerin büyük ekseriyeti para vakıfları
tarafından finanse edilmiştir. Para vakıflarının diğer önemli bir fonksiyonu da
sosyal güvenlik aracı olarak işlem görmeleridir. Mesela Yeniçeri Ocağı
mensupları arasında Orta Sandığı adı altında birçok vakıf kurulmuş ve bu ocağa
mensup insanlar arasındaki yardımlaşma ve sosyal güvenlik hizmetlerini yürütmüşlerdir.
Gerek savaş nedeniyle gerekse başka sebeplerle yetim kalan çocukların reşit
oluncaya kadar mallarına ait hukukunu korumak üzere Eytam Sandıkları, çiftçiler
arasında yardımlaşma için kurulan Memleket veya Menafi Sandıkları gibi
kuruluşlar da para vakıflarına benzer şekilde çalışmışlardır. Köy, mahalle
halkından vergilerini ödeyemeyecek durumda olanlara yardımda bulunmak, köy veya
mahallenin ortak ihtiyaçlarını karşılamak, çalışamayacak durumda olanların
ihtiyaçlarını gidermek, köy ve mahalle yollarının yapımı, bakımı, tamiri ile
çeşme ve suyolları giderlerini karşılamak amacıyla Avarız Vakıfları (Arı, 2003; Bayartan, 2005: 93-107) kurulmuş ve bir hayli yaygın
hâle gelmiştir. Günümüzde de benzer ihtiyaçların giderilmesi için pek çok
dernek, vakıf veya oda kurulmuştur.
Kimsesiz, dul, öksüz ve borçlulara
yardım etmek; talebelere elbise ve yemek vermek, divitlerine mürekkep koymak;
hizmetçilerin kırdığı kâse ve bardak gibi kap kacağın bedelini ödemek ve
böylece onları efendilerinin azarlamasından korumak üzere para vakıflarının
kurulduğu bilinmektedir.
Günümüz toplumlarının bir kısmı
varlık içinde yüzerken bir kısım insanlar da güç şartlarda hayatlarını devam
ettirme mücadelesi vermektedirler. Her toplumda fakir insanların bulunduğu
gerçeğinden hareketle her millet kendi yapısına uygun şekilde fakirlikle
mücadele etmeye çalışmaktadır. Osmanlı Devleti döneminde fakirlerin
ihtiyaçlarının karşılanması için de paralar vakfedilmiş ve ihtiyaç sahiplerinin
problemlerine çözümler üretilmiştir. Özellikle mahalle fakirlerinin
ihtiyaçlarının karşılanması için paralar vakfedildiği gibi çeşitli esnaf
mensuplarının fakirlerinin yeme, içme, giyim, yakacak gibi ihtiyaçlarının
karşılanması için de paraların vakfedildiğini vakfiyelerden anlıyoruz. Gelir
dağılımındaki dengesizlikler vakıf hizmetleri yoluyla asgariye indirilebilmiş,
böylece ortaya çıkabilecek sosyal patlamaların da önü alınabilmiştir.
b.
Vakıflar
ve kamu hizmetleri
Osmanlı devrinde imar ve iskân alanında vakıfların çok önemli rolleri olmuştur.
Şehirlerin aldığı her türlü kamu hizmeti, sosyal yardım teşkilâtı, ilmî, dinî
ve sosyal hayatın her türlü ihtiyacı hep vakıf müesseseleri yolu ile
düzenlenmiş ve idare edilmiştir (Barkan,1942:279-387).
Vakıflar iki ana kaynaktan beslenmiştir. Bunlardan birincisi, devlet
kaynaklarından yapılan tahsislerdir ki, bu şekilde kurulan vakıflar daha çok,
başta padişahlar ve Osmanlı hanedan mensupları olmak üzere devlet adamları
tarafından kurulan vakıflardır. Bu tür vakıfların temel özellikleri, devlet
tarafından bürokratlarına tahsis edilen birtakım malî imkânların kurulan
vakıflara aktarılması ve elde edilen gelirlerin vakfiyede belirtilen
faaliyetler için kullanılmasıdır (Akgündüz,1988:424). Bu yolla vakıf kurma
faaliyetinin devlet adamları arasında bir gelenek hâlini aldığı ve şehirlerin
ihtiyaç duyduğu dinî, ilmî, sıhhî ve kültürel hizmetlerin bu yolla verildiği
görülmektedir. Vakıf sisteminin ikinci kaynağını ise, Osmanlı hanedanı ve
devlet ricali dışında kalan kesimin Allah'a yakınlık kastı ve devam edip giden
bir hayır işleme (sadaka-i cariye) anlayışı ile kurdukları vakıflar
oluşturmaktadır. Bu tür vakıfların, bütçeleri itibariyle küçük olsalar da,
sayılarının çokluğu dikkate alındığında sosyal hayattaki yerleri ve önemleri
daha iyi anlaşılır.
Bu iki kaynaktan devamlı olarak beslenerek büyüyen vakıf sistemi, belirtilen
hizmetler için önemli bir finansman kaynağı oluşturmuş, Osmanlı Devleti'nde
şehirlerin oluşmasında ve gelişmesinde, ülkenin sosyal ve ekonomik hayatında
önemli bir rol oynamıştır. (Özcan,2008:124).
Vakıflar vasıtasıyla oluşturulan
finansman sistemi, kültür, eğitim, sağlık, altyapı, bayındırlık, dinî ve sosyal
hizmetlerin görülmesinde önemli bir rol oynamış, ayrıca sosyal güvenlik ve
hayır işleri gibi değişik alanlarda ihtiyaç duyulan altyapı ve finansmanın
karşılanmasına da önemli katkıda bulunmuştur (Kazıcı,1985:83-86). Günümüz
Türkiye'sinde eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ibadet ve bayındırlık
faaliyetlerinin devlete yaklaşık 100 milyar TL'yi aşkın bir maliyeti vardır.
Günümüzde devlet bütçesine önemli bir yük getiren bu hizmetler, Osmanlı'da
vakıflar tarafından karşılanmaktaydı.
Osmanlı döneminde kullanılan para
vakıfları, uygulandığı dönemde bölgesel ekonomik faaliyetlerin en önemli
finansman araçlarından birisi olmuştur. Çünkü Osmanlı imparatorluğu topraklarında
18.yüzyılda başlayan sanayileşme hareketi, kredi ihtiyacını da beraberinde
getirmiştir.
Bu dönemde piyasa mekanizmasından
kaynaklanan ana sorun para bulunmamasından ziyade, paranın bölgeler arasındaki
eşit olmayan dağılımıdır. Bunun temel nedeni ise sarrafların daha çok kazanç
elde edebilmek amacıyla paranın normal işlevini
gerçekleştirmesini engellemeleridir. (Biliotti, 1909: 104).
2- Günümüzde Paraya ve Para Vakıflarına Duyulan İhtiyaç
Hepimizin malumu olduğu üzere günümüz
iktisadi hayatında para ve finansman ihtiyacı had safhadadır. İnsanlar
finansman ihtiyaçlarını bankalar, resmî kurumlar, özel finans kurumları veya
faiz karşılığı para veren özel firmalardan belli nispetlerde bir fark ödeyerek
karşılama yoluna gitmektedirler.
Bir taraftan yatırım sahibi firmalar
kuracakları müesseseler için sermayeye ihtiyaç duyarken diğer taraftan parası
olup da bunu işletme ihtiyacı duyan insanların sayısı her geçen gün
artmaktadır. Birbirine muhtaç bu iki grubun müşterek çalışarak her iki tarafın
da yararına olacak şekilde iş yapmaları mümkündür. Bu doğrultuda bugünlerde
unutulmuş olan, oysaki sermaye temin etme yollarından biri olan para
vakıflarının uygulamalarından faydalanılabilir ki bu konuda finans kurumları
ileriye doğru bir adım atmış bulunmaktadır.
3- Osmanlı Devleti Uygulamasında Para Vakıfları:
Vakıf, belli gayelerin gerçekleşmesi
için menkul veya gayrimenkul malın kendisinin veya gelirinin bir hayır amacına
tahsisidir. Vakfiye ise, vakfın kuruluş gayesini, vakfedilen malların dökümünü
ve bunların işletilme şeklini, vakfın gelirlerinin sarf yerlerini gösteren ve
yargıç kararıyla tescil edilen bir vesikadır. Osmanlı Devleti döneminde
vakfiyeler, İslâm'a uygunluğu denetlenip, kadı siciline kaydedildikten sonra
kesinleşirdi.
Vakıflarda "ebedilik" niteliği arandığı için, nakit paranın
vakfedilip edilemeyeceği uzun süre tartışılmış, Şeyhu'l-İslâm Ebussuud
Efendi'nin (v. 982/1574) "nakit para vakfında, malın cinsinin (mislin)
devamı, kendisinin (aynın) devamı hükmündedir." fetvası ile para vakıflarının
önü açılmıştır.
Osmanlılarda ilk bilinen para vakfı, Fatih Sultan Mehmed'in, geliri yeniçeri
ocaklarına verilen etlerin sübvansiyonunda kullanılmak üzere vakfettiği 24.000
altın tutarındaki vakıftır.2 İstanbul'da Fatih'ten itibaren, 1456–1551 yılları arasında
1161 para vakfı vardı.
Yine İstanbul'un et ihtiyacı için Kanuni Sultan Süleyman kendinden önce bu
maksatla tesis edilen para vakıflarını birleştirerek, 698 bin akçelik bir vakıf
oluşturmuştu.
a.
Para Vakıflarında
Toplanan Fonların İşletilmesinde Kullanılan Başlıca Yöntemler Şunlardır:
Karz (ödünç vermek), Mudarebe (emek-sermaye ortaklığı), Murabaha (vakıf para
ile peşin mal alıp vadeli satmak yoluyla kâr elde etmek) ve Bidâa (vakıf parayı
hayır amacıyla işletip kârın tamamını vakfa vermek). Bunlardan en çok
kullanılan yöntem "Murabaha"dır.
Tarihî süreçte, para vakıflarından kredi kullanan kimi girişimciler, kervan ve
gemilerle uzak ülkelere giden ve kârlı ticaret yapan büyük tüccarlardı. Bunlar
elde ettikleri kârdan sermaye sahiplerine pay veriyorlardı.
15. yüzyıldan itibaren önemli bir finans kaynağı olan para vakıflarının, diğer
vakıflar içindeki gelişme süreci şöyledir:
Para vakıfları Osmanlı'nın son dönemlerine kadar önemini korumuştur. Nitekim 18
ve 19. yüzyıllarda kurulan vakıflar üzerinde yapılan incelemelerden, 18. yüzyıl
vakıflarının % 31,7'sinin, 19. yüzyıl vakıflarının ise % 56,8'inin para vakıfları
olduğu tespit edilmiştir.
Vakıf paraların ekonomide bir istikrar unsuru olması, bunların vakıf
mütevellileri tarafından standart ölçülerde işletilmesi ile yakından
ilişkilidir. Şöyle ki:
İslâm kültüründe vakıflara, yetimlere ve kamuya ait bütün mal ve nakit para
varlıkları rayiç piyasa fiyatları ölçü alınarak yönetilir. Bunların satımı veya
kiraya verilmesi durumunda fâhiş gabin (aşırı aldanma) ölçüsünde ucuza
verilmesi, satım veya kira akdini geçersiz kılar. Gerektiğinde bunları yöneten
mütevelli, velî veya kayyım, ortaya çıkan zararı tazmin etmekle yükümlü olur.
İlk olarak Belh fakihlerinden Nusayr b. Yahya (v. 268/881), rayiç piyasa
fiyatlarının dışına çıkmayı ifade eden "fâhiş gabin" ölçülerini,
gayrimenkullerde % 20, hayvanlarda % 10 ve menkul mallarda % 5 olarak tespit
etmiştir. Osmanlı Devleti piyasasında yüzyıllarca ölçü alınan bu miktarlar,
1876 tarihli Mecelle'nin 165. maddesi ile kanunlaştırılmıştır.
Osmanlı ekonomik yapısında hâkim olan bu fiyat standartlarının, para
vakıflarının "Vakfiye"lerinde de standart ölçülere bağlandığı
görülür.
Günümüz, faizsiz katılım bankaları büyük ölçüde Murabaha yöntemini
kullandıkları ve klâsik bankaların faiz oranlarına yakın kâr payı verdikleri
için, bu itham onlara da yapılmaktadır. Böyle bir ithama maruz kalmamak için
onların Mudarebe ve risk sermayesi gibi daha kârlı alanlara yönelmesi
beklenir.
Osmanlı döneminde
kamusal alan olarak ifade edilen birçok yatırım, para vakıfları kanalıyla
finanse edilmiştir. Örneğin para vakıflarının gelirinden vakıf ve eğitim
görevlilerine, din hizmetlerinde çalışanlara ve daha birçok kişiye maaş
ödenmiş, bu kurumların değişik ihtiyaçları karşılanmış, öğrencilere burs
verilmiş, mahallenin avarız vergisi ödenmiş ve sosyal yardımlar yapılmıştır
(Koyunoğlu, 2008: 254). Bu finansal kaynağın sağlanmasında ihtiyaç sahibinin
geri ödeme yapabilmesine ya da geri ödeme yapış biçimine göre bir takım
sınıflamalar yapılmıştır.
i. Mudaraba: Kar
ya da zarar ortaklığı biçiminde sermayenin isletilmesidir. Bu işlemde bir taraf
emeğini koyarken (mudarib), diğer tarafta sermayesini koyuyor (Rabb-ul-mal).
Sermaye koyan taraf bu çalışmadan da anlaşılacağı üzerine para vakfıdır. Bu
işlemde mudarib’in mali kayba karsı her hangi bir sorumluluğu yoktur yani,
zararı sadece kendi emeği ile sınırlı olacaktır. Ancak böyle bir işlemde para
vakfı, yatırım yapmış olduğu sermayeyi kaybedebilecektir ki, bu durumda para
vakıflarının ebediyeti durumunu tehlikeye düşürebilecektir. Bunun yanında
mudaraba yolunda yatırım yapılan alanın denetlenmesi, kontrol edilmesi de
zorunluluk arz ederken, hangi yatırımın avantajlı olacağının belirlenebilmesi
için uzman personel ihtiyacı da doğacaktır. Dolayısıyla belki de para
vakıflarının isletilmesinde mudaraba yolunun tercih edilmemesinin nedeni bu
durumlar olabilir.
Kar sağlandığı durumda ise mudarib, sadece vakfa anaparayı
ödememekte aynı zamanda daha önce yapılmış anlaşma koşullarına göre karın
belirli bir yüzdesini ödemektedir. Karın geri kalanı ise mudarib’e ait
olacaktır (Cizakca, 1993:19). Mudaraba sistemi, günümüz girişim sermayesi ya da
risk sermayesi sisteminin ilk oluşumu olarak ifade edilebilir.
ii. Bidaa:
“İbda bir kimsenin karı tamamen kendisine ait olmak üzere
diğer kimseye sermaye vermesidir ki, sermaye (bidaa) veren kimseye ‘mubdi’ ve
alan kimseye de ‘mustebdi’ denir” (Ozcan, 2003:74). Bu işlemde para vakfı,
finansman isleyişini gerçekleştirirken, mülkiyeti de kendinde tutmaktadır.
İsleten kimsenin bu isten her hangi bir çıkarı da olmamaktadır. Tek çıkar hayır
işleminin olmasıdır. Dolayısıyla bu işlemin para vakıflarında genel kabul
görmediği ve yaygınlık kazanmadığı belirtilmelidir.
Para vakıfları mudaraba ya da bidaa yolunu seçmişlerse,
vakıf geri ödemelerin ne kadar olacağını önceden bilemez. Çünkü kar/sermaye
oranı dönem dönem değişiklikler gösterecektir.
Borcun tamamı ödeninceye kadar,
ipotekli mal üzerinde satıcı aslî, alıcı fer'î zilyed durumundadır. Bunun bir
neticesi olarak, şart yerine gelmeden malda yapılacak temlikî her tasarruf
geçersiz sayılır. Bu konuda kötü niyetli üçüncü kişilerin hakkı da korunmaz.
Tarihte doğu İslâm toplumlarında, faizsiz kredi temini için başvurulan
"bey' bi'l-vefa" işlemi de, sözünü ettiğimiz bu ipotek çeşidine benzer
ve fıkıhtaki "rehin" işleminden başka bir şey değildir. Bu yöntem,
15. milâdî yüzyıldan itibaren kullanılmış ve örf hâline gelmiştir.
Tarihte ilk olarak Şeyh Bedruddin Mahmud (v. 823/1420) Câmiu'l-Fusûleyn adlı
eserinin 18. faslında, Necmuddin Ömer bin Muhammed en-Nesefi'nin Fetva'sından
naklen şunları kaydeder: "Zamanımızda halkın faizden korunmak için yaygın
olarak kullandıkları ve adına bey' bi'l-vefa dedikleri muamele, gerçekte
rehinden (ipotek) başka bir şey değildir. Çünkü bu işlemde, alıcı mala mâlik
olamaz ve mal sahibinin izni olmadan da ondan yararlanamaz. Maldan izinsiz
yararlanır ve malı telef ederse tazmin etmesi gerekir. Eğer ipotekli mal telef
olursa borç düşer. Bize göre bununla rehinin (ipotek) hükmü arasında hiçbir
fark yoktur. Akdi yapanlar ona satış deseler bile bu, teamül (örf) hâline
gelmiş rehindir ve burada maksat, alacağı teminat altına almaktır."
Bey' bi'l-vefa sözleşmesinde, alıcı akit süresince mala mâlik olamaz. Satıcı,
süre dolmadan her an borcunu ödeyip malı geri isteyebilir. Ancak bu şekilde
ipotekli bir malı, ne satıcı ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça başkasına
satamaz. Bu hak mirasçılara da geçer.
İslâm fıkhına göre, rehnedilen (ipotekli) bir maldan, sahibinin izni bulununca
ipotek ettiren kimse yararlanabilir. Böyle bir yerde kendisi oturabilir,
ticaret yapabilir ya da kiraya verip kira bedelini alabilir.
Mecelle'yi şerh eden Ali Haydar Efendi (v. 1355/1936) bu konuda şöyle der: Bey'
bi'l-vefa yoluyla satılan bir gayrimenkulün gelirinden bir bölümü, alıcıya ait
olmak üzere şart kılınsa, bu şarta uyulması gerekir. Çünkü Mecelle'nin 83.
maddesinde, "İmkân ölçüsünde yasalara uygun bulunan (legal) şarta uymak
gerekir." hükmü yer alır.
Son dönem İslâm bilginlerinden Ömer Nasuhi Bilmen'in konu ile ilgili tespiti
şöyledir: İslâm bilginlerinin çoğunluğu, mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışı
(bey' bi'l-vefa) rehin (ipotek) olarak kabul eder. Mal sahibinin izni olunca,
alıcı malın gelirinden yararlanabilir.
Meselâ: Faizsiz yolla kredi sağlamak isteyen (A), aylık 1000 dolar kira geliri
olan ve gerçek değeri 100 bin dolar bulunan bir gayrimenkulünü, bey' bi'l-vefa
sözleşmesi yaparak, iki yıl süreyle, (B)'ye satsa, (B) iki yıllık süre içinde
24.000 dolar kira bedelini alabilir. (A), en geç vade sonunda 100.000 dolar
borcu (B)'ye öderse, ipotek kalkar ve gayrimenkulünü geri alır. Eğer süre
sonunda kredi geri ödenmezse, bu gayrimenkulün mülkiyeti kendiliğinden (B)'ye
geçer.
Ancak (B)'nin bu ipotekli gayrimenkulden yararlanamama riski de vardır.
Gayrimenkulün boş kalması, tarım arazilerinden ürün alınamaması gibi riskler
bunlar arasında sayılabilir.
Yukarıdaki örnekte, (A), kendine ait ipotekli gayrimenkulü kullanmaya devam
edecekse "kiracı" sıfatıyla yararlanır. Bu durumda (B)'ye rayiç fiyat
üzerinden kira bedeli ödemesi gerekir. Fıkıhta bu son işleme "Bey'
bi'l-istiğlâl" denilmiştir.
Bu duruma göre kredi alacaklısı, şart konulmuşsa, ipotekli yerden
yararlanabilir. İpotekli yerin kira gelirini almak da yararlanma kapsamına
girer.
Fakat bu muammeleler
İmam Ebû Yusuf’a göre câizdir ve bunlar emr-ii hayra hizmet için yapıldığı ve
ayrıca bir bey’ ve şira’ mahiyetinde bulunduğu cihetle memduhtur. Ribâdan
kurtulmak için bir mahlas-i şer’îdir. Bunlar nef’î câlib bir ikrâz muamelesi
değil, belki menfaatı celbeden birer bey’ meselesidir. Akitler başka başka
mahiyetleri haiz olduğundan bir akdin meşrû olmamasından diğerinin de meşrû
olamaması iktiza etmez. Vakıa karz-ı hasen, yani mukrize ait menfaatten ârî
rızâ-yı ilâhiye müstenid bir karz muamelesi pek müstahsendir.
Bu vakıf paralarının
nemâlandırılması, vakfın diğer gelir kaynaklarının işletilmesinde olduğu gibi
bizzat vakıf kurucuları tarafından tanzim edilmiş hükümlere bağlıydı. Bu
hususta her vakıf kurucusu vakfiyesinde aşağı yukarı aynı formülü tekrarlamakta
idiler. Bu formül şöyle idi: “Rehn-i kâvi ve kefil-i melî yahut ikisinden
biriyle onu onbir buçuk hesabı ile mu’âmele-i şer’iye ile bâ yed-i mütevellî ve
her sene ‘alâ vechi’l–halâl istirbâh ve istiğlâl oluna”. Bu cümle basit olarak
vakıf haline getirilmiş nakit paraların yüzde onbeşlik bir oranla faize
verilerek vakıf için gelir temin edileceği anlamına gelmektedir. Fakat riba ya
da faiz terimleri kullanılmak istenilmediğinden başka bir ifade tarzı tercih
edilmiştir. Zira İslâm‘ın ribâyı yasaklamış olduğu bilinmektedir.
“Her ne olursa olusun,
bu şer’î hileler sayesinde Osmanlı Devleti, yüzde onbeşi geçmeyen bir faiz
haddini kânûnî telâkkî etmişti ve mahkemelerin bu türlü mu’amelelerle meşgûl
olmasını kabul ediyordu. Netice itibarı
ile, vesikalarımızın da isbat ettiği gibi, yüzlerce kişi oldukça kabarık
meblağları vakıf haline getirmişlerdir.
Böylece binlerce kişi
de düşük faizle bu vakıf nakitlerinden istifade etmek imkânına kavuşmuşlardı.
Nakit para olarak daha başlangıçta vakıf edilmiş bu sermeye diğer vakıf gayr-i
menkûllerinin kiralanmasından hâsıl olan meblâğların mu’amele-i şer’iyye
yoluyla gelir getirecek şekilde kullanılmalarını hükme bağlamışlardır.
Neşet Çağatay ise, vakıf paraların
işletilmesiyle elde edilen %15’lik gelirin Kuran’da belirtilen faiz kavramının
içine girmediğini bunun meşrû bir gelir olduğunu belirtirmiş, yılda %20’yi geçmeyen
faizin, Arapçada, “menfaa” “faide” “nemâ” “faiz” “rıbh” Orducada ve Farsçada
“sud” Türkçede ise “gelir” “kazanç” kelimeleri ile ifade edildiğini söylemiş
ancak kendisi de bu fazlalık gelir için faiz tâbirini kullanmış bunu başka bir
kelimeyle ifâde etmemiştir.
Diğer taraftan sultan ve büyük vezirlere ait
vakıflardan ayrı olarak kaydedilmekte olan ve halk arasında yetişmiş kimseler
tarafından kurulmuş olan “âmme” vakıflarında bilhassa 16. asrın ikinci
yarısından itibaren eski tip han, hamam, ev, bağ ve bahçe gibi gayr-i
menkûllerin tahsisi yerine daha ziyade nakit para bırakılmış olması dikkat
çekmektedir.
XVIII. asır Türk vakıflarının toplam gelirlerinin yaklaşık %32’sinin
vakfedilmiş nakit paralardan geldiği belirtilmiştir. Vakfiyeleri incelenen 330
vakıftan 94’ünün yani %28’inin gelir kaynaklarının ya sadece nakit paralardan
veya nakit parayla birlikte diğer bazı gayr-i menkûllerden ibaret olduğu ortaya
çıkarılmıştır. Bu nakit paraların 42.120,220 akçe gibi dönemine göre önemli bir
yekün tuttuğunu belirtmek gerekir.
Zaman durmamıştır, dolayısıyla diğer vakıf akarlarının olduğu gibi, nakit
para vakfı da Osmanlı Devleti tarihi boyunca gitgide yayılmaktan geri
kalmamıştır.
Vakıf paraların “muamele-i şer’iyye” veya “hile-i şer’iyye” yoluyla
istirbaha verilmesi, İslam tarihi boyunca zaman zaman hukukçular arasında sert
münakaşalara sebep olmasına rağmen, ekonomik, sosyal ve siyasi zaruretler
yüzünden, yaygın bir şekilde uygulanmasına ve yukarıda bahsedilen usulle
işletilmesine devam edilmiştir. Para vakıflarının ihtiyacı olanları, daha
yüksek faiz hadleriyle tefecilik yapanların elinden kurtarma ve onlara uygun
şartlarla kredi sağlama gayesine yönelik olduğu söylenebilir.
“Kanaatimizce bu hal bize Bursa şehriyle civarı köylerinde bir kısım
zenginlerin elinde mühim miktarda nakit paranın toplanmış olduğunu gösterdiği
gibi, işlettirildiği takdirde, bu paraların %10-15 gibi zamanına göre çok ucuz
bir faizle her zaman sağlam garantili müşteriler bulunmasının mümkün olacağını
da isbat etmektedir.
iii. Murabaha: Vakıf
elindeki sermayenin ya da paranın önceden belirlenmiş olan belli bir getiriyi
sağlayacak bicimde isletilmesidir. Bu gelir riba, rıbh, faide gibi isimlerle
açıklanır. Para vakıfları aslında sermaye ortaklığı biçimleri olan gerek
mudaraba gerekse müşaraka gibi yöntemleri uygulamada çoğunlukla tercih
etmedikleri anlaşılmaktadır. Dolayısıyla daha çok kısa vadeli ve belli bir kira
ya da önceden belirlenmiş bir getiri hedefli murabaha yolunu seçmektedirler.
Uygulamada böyle bir durum olması nedeniyle, bu paraların isletilmesinde
tefeciliğin (ribahorluk) önüne geçilebilmesi ve yüksek getiri oranlarının
engellenebilmesi amacıyla bir takım sınırlamalar ve yasaklar getirilmiştir.
Örneğin para vakıflarının ona on bir (%10) oranı üzerinden işlem görmesi
istenmekte ve üzeri yasaklanmaktadır. (Ozcan, 2003: 59).
Yukarıda sıralanan kullanımlar dışında müşaraka olarak ifade
edilen, girişimci ortaklıklar da vardır. Bu durumda girişimci mudaraba‘da
olduğu gibi sadece emeğiyle değil, aynı zamanda sermayesi ile de katılmaktadır.
Bunun karşılığında kar elde edildiği takdirde kar’dan daha büyük pay alınmakta,
zarar edildiği takdirde ise, katkı yapılan sermaye oranında para vakfıyla
zarara katlanılmaktadır.
Bunun dışında karz-ı hasen olarak ifade edilen, ihtiyaç
sahiplerine karşılıksız borç verme ve vadesi sonunda sadece verilen borç
miktarının geri alınmasını içeren finansman yöntemleri vardır. Bu yöntemde
gerekirse borç ödeninceye kadar rehin ya da kefil de istenebilmektedir.
Para vakıflarının iki finans yönü olduğunu, yukarıda
söylemiştik. Hatırlatmamız gerekirse bunlardan birincisi, sosyokulturel
ihtiyaçların finansmanıdır. Daha açığı para vakfının, Çılkzade örneğimizde
olduğu gibi, % 15 faizle kullandırılması para vakfının birinci finans yönüdür.
Para vakfının ikinci finans yönü, vakıfın, yani parayı vakfedenin, para
vakfıyla topluma verilen hizmetlerin finansını sağlamasıdır. Bu anlamda
Cılkzade Mehmet Ağa, sözleşmede, ilk olarak vakıf çalışanlarının ücretlerini
belirlemiş ve finansını sağlamıştır.
Sözleşmeye göre vakıf paranın isletilmesinden, vakıf
islerini yürüten ve denetleyene günlük 10’ardan 20 para tahsis etmiştir. İki
caminin aydınlatma (mum alınması) masraflarını üstlenmiş, odaya gelip kalan
misafirlerin masraflarını günlük 5 kuruşla finansını sağlamıştır. Ayrıca merkez
camide verilecek din hizmeti (her gün öğle vakti Kuran okunması) için günlük 20
para tahsis etmiştir. Cami aydınlatmaları hariç, Cılkzade Mehmet Ağa’nın günlük
finansman için belirlediği para, 45 paradır. Bunlara ilaveten Cılkzade,
odasının bakım ve tamirinin finansmanını da sözleşmesine ilave etmiştir.
Sözleşmede belirlenen mütevelli, önce vakıf kendisidir yani
Cılkzade Mehmet Ağa’dır. Onun ölümüyle erkek çocukları sırasıyla mütevelli
olacaktır. Mehmet Ağa bunu, “Öldüğümde bu vakıf görevi
(tevliyet)ve nezareti, erkek evladım mutasarrıf ola” seklinde
belirtmiştir. Erkek çocuğu kalmadığında vakfın mütevelliliği kız evladına
geçecektir. Kız evladı da kalmadığında ise vakfın mütevelliliğini “ilce
kadı”ları yürütecektir.
Sözleşmede belirlenen diğer bir husus, vakfedilen malların
nasıl kullanılacağıdır.
Odanın müştemilatı içersinde yer alan sini, tava, kahve
takımı, yatak, döşek, vb vakıf olan odada, verilecek oda hizmetinde
kullanılacaktır. Bakır kazanlar, adet üzere kiraya verilecek, alınan kira
parası, vakıf para yöntemiyle kullandırılacak (istirah), vakıf hizmetlerinin
finansmanı sağlandıktan, vakfın bir yıllık muhasebesi yapıldıktan sonra, kalanı
vakıf anaparaya ilave edilecektir. Vakıf sözleşmesinde, onu on bir bucuk hesabı
ile (% 15) eldeki paraların kullandırılması ve bu kullanım sonrası geri
ödemelerde her hangi bir sıkıntı olmaması için rehin ya da güçlü kefil
istenmesi gerektiği de belirtilmiştir. Paraların kullandırılmasından önce,
sözleşmede faizin belirlenmiş olması, para vakfında kullanılacak fon turunun
murabaha anlamına geldiğini göstermektedir.
4- Tahvil ve Sukuk
Yoluyla Finansman
a. Tahvil ve Mukarada Tahvili
Beşerî hukukta tahvilin tanımı şöyle yapılmıştır: Anonim şirketlerin ödünç para
bulmak için itibari kıymetleri eşit ve ibareleri aynı olmak üzere çıkardıkları
borç senetlerine "tahvil" denir.
Devlet tahvilleri, hazine bonoları gibi kamu tüzel (hükmî) kişileri tarafından
çıkarılan tahvillerle, Anonim şirketlerce çıkarılan tahviller, menkul kıymetler
grubuna dâhil kıymetli evraktan sayılmıştır. Hattâ açık bir hüküm bulunmamakla
birlikte, sermayesi paylara bölünmüş Komandit Şirketlerin de tahvil çıkarabilecekleri
savunulmuştur.
İslâm'ın yayıldığı ilk dönemlerde, Hicaz yöresi denilen Mekke ve Medine
toplumları emek-sermaye ortaklığına Mukarada veya Kıraz terimini kullanırlardı.
Irak yöresi ise, bu ortaklık için Mudarebe terimini kullanmıştır. Buna göre,
emek-sermaye ortaklığı (Mudarebe) esasları çerçevesinde çıkarılacak faizsiz
tahvile "Mukarada" veya "Mudarebe tahvili"
diyebiliriz.
Mukarada veya mudarebe tahvili ilk olarak Türkiye mevzuatına Albaraka Türk
A.Ş.'nin 12.11.1984 tarihli ilk Ana Sözleşmesi ile girmiştir.27 Adı geçen Ana
Sözleşme'nin 11. maddesine göre; ilgili kanun, tüzük, kararname ve tebliğlerce
müsaade edildiğinde ve ilgili mercilerden izin alınarak on yıla kadar süreli
mukarada tahvilleri çıkarılabilecektir. Ancak mukarada tahvili Türkiye'de
uygulama alanı bulamamış ve Albaraka Türk Finans Kurumu, bu tahvil çeşidini,
yeni Ana Sözleşmesi'ne almamıştır.
b. Sukuk uygulaması
Günümüz bazı dünya piyasalarında Mukarada tahvili yerine bir çeşit gelir
ortaklığı senedi veya çeki sayılan "sukuk" belgeleri
kullanılmaktadır. Arapçada sakk (çoğulu sukuk) olarak kullanılan Farsça çek
kelimesi, aslî şekil ve anlamıyla bugün batı dillerinde yaşamaktadır. Hz. Ömer
devrinde de varlığı bilinen çek keşidesi beytülmale ve daha çok cihbizlere
yapılabiliyordu. Ancak Hz. Ömer'in, kıtlık yıllarında vurgunculuğa yol açmaması
için, beytülmalden gıda maddesi alımını sağlayan sakk (çek) belgelerinin el
değiştirmesini yasakladığı belirtilir.
Günümüz sukuku (çekleri) geçmişte kullanılan bu sukuktan farklıdır. Günümüzde
Mudarebe, Muşareke, İcâre hatta İstisna' sözleşmelerine dayalı "kâr veya
gelir ortaklığı senedi" diyebileceğimiz bu belgeler dünya borsalarında
yerini almış bulunmaktadır. Sukuk veya faizsiz menkul kıymet kullanımı son
yıllarda oldukça yaygınlaşmıştır.
Bir sukuk bono ihraç edebilmek için borçlunun önce bir varlık sahibi olması
gerekiyor. Bu varlığa istinaden ihraç gerçekleşiyor. Meselâ, ilk uygulamanın
hayata geçtiği Malezya'da, Federal Malezya Arsa Ofisi'nin elindeki arsalar,
kurulan bir kamu varlık şirketine satılmış, arsalar daha sonra Malezya
hazinesine kiralanarak kira geliri kontratları oluşturulmuştur.
Bu kira gelirlerine dayalı olarak ihraç edilen sukuk bonolarla da menkul
kıymetleştirme yapılmıştır.
Sukuk genel olarak İslâmî prensiplere uygun (faizsiz) tahvil olarak tanımlanır.
En basit şekliyle sukuk bir varlığa sahip olmayı veya ondan yararlanma hakkını
gösterir. Sukukta yer alan hak-iddia sadece nakit akışı hakkı değil aynı
zamanda mülkiyet hakkıdır. Bu, sukuku geleneksel bonolardan ayırır. Geleneksel
bonolar faiz taşıyan menkul kıymetlerden oluşurken, sukuklar temel olarak
varlık sepetinde sahiplik hakkından oluşan yatırım sertifikalarıdır.30
Sonuç olarak İslâm nakit para kaynaklarının, sadece üretimde ve mal alım
satımında mübadele aracı olarak kullanılmasını hedeflemiştir. Bu, aynı zamanda
para gücünün doğrudan reel ekonomide kullanımını gerektirir.
Günümüz ekonomik gerçeklerine göre yeterli sermayenin ve iş
bilgisinin olmaması sebebiyle kepenkler açılıp kapanmakta, ehil olmayan
insanların elindeki sermaye de böylece kimseye bir fayda sağlamadan yok olup
gitmektedir. Bu tür sorunlara ancak geçmişte yaşanan olayları ve var olan
kurumları bilmek, araştırmak, incelemek, öğrenmek ve uygulamaları da buna göre
yapmakla çare bulunabilir. Keşfedilen yolu bir kere daha keşfetmek için bedel
ödemeye gerek yoktur. O hâlde geçmişte yaşanan uygulamalar ve yaşanan
tecrübelerden hareketle sermayemize ve yatırımlarımıza yön vermemiz
gerekmektedir.
Para vakıflarının günümüz şartlarına göre
yeniden kurulup kurulamayacağı meselesi ise tamamen kanuni düzenlemelere
bağlıdır. Arzu edildiği takdirde tarihî vesikalardan hareketle böyle bir yola
elbette gidilebilir. Zaten Vakıfbank’ın Para Vakıfları İdaresi ile ilgili eski
düzenlemeleri mevcuttur. Bu vesikalardan hareketle de konu güncellenebilir.
Şurası bir gerçek ki Osmanlı dönemi para
vakıfları modelini bugün aynen uygulamak elbette mümkün değildir. Ancak geçmiş
ve yaşanmış modelden istifade edilebilir. Ayrıca mevcut vakıf, dernek vesair
sivil toplum kuruluşlarının tüzüklerinde veya özel finans kurumlarının ana
sözleşmelerinde yapılacak değişikliklerle de para vakıflarının verdiği
hizmetler pekâlâ gerçekleştirilebilir.
Vakıflarımızın geçmişte gerçekleştirdiği
olumlu işlere bugün de ihtiyaç bulunmaktadır, bu ihtiyacı giderme konusunda
günümüz vakıf yöneticilerinin, sivil toplum temsilcilerinin gayret göstermesi
gerekmektedir.
5-
Genel Değerlendirme ve Sonuçlar
Bu çalışmada Osmanlı
donemi sosyokulturel ve ekonomik yasamın en önemlioluşumlarından birisi olan
vakıflar ve bu vakıflardan para vakıfları finansal acıdan ele alınmıştır. İslam
tarihi uygulamalarında vakıflar önemli bir yer işgal ederken, para vakıflarına
ilişkin ilk örnekler, özellikle Osmanlı döneminde yoğun olarak karsımıza
çıkmaktadır. Uygulandığı donemde gerek seyhulislamlar arasında, gerekse üst
düzey yöneticiler arasında, para vakıflarının uygulanma biçimine yönelik tam
bir fikir birliğinin sağlandığını söylemek, çok doğru olmayacaktır. Ancak
günümüz özel finans kurumlarının isleyiş sistemine çok yakın bir bicimde
faaliyet gösteren bu vakıflar, aslında Osmanlı donemi ekonomik ve finansal
ihtiyaçların giderilmesinde bir banka gibi faaliyet göstermişlerdir.
Çalışmanın ilk üç bölümünde, para vakıflarının teorik olarak
alt yapısı oluşturulmuş ve finansal sistem içerisindeki kullanım alternatifleri
değerlendirilmiştir.
Osmanlı döneminde yapılan tartışmalara ve bu tartışmaların
felsefi boyutuna girilmemiş, başka bir çalışmada daha ayrıntılı bir bicimde bu
tartışmaların islenmesinin daha doğru olacağı düşünülmüştür. Aksi takdirde
çalışma amacının ve kapsamının dışına çıkabilecektir. Çalışmanın son bölümünde
Afyonkarahisar ili, Bolvadin ilçesinde H. 19 Saban 1288/23 Kanunuevvel 1871
yılında faaliyet göstermiş olan, Cılkzade Mehmet Ağa Odası para vakfı örneğinin
orijinali, transkripsiyonu ve Türkçe özeti hazırlanmış; kurulusu, isleyişi ve
finansal acıdan uygulaması ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir. Bu
değerlendirmeler neticesinde, vakfiyenin, her hangi bir tartışma götürmeyecek
bir bicimde hazırlandığı, isleyiş ve devam acısından tüm ayrıntıların vakfiyede
gösterildiği saptanmıştır. Bunun yanında para vakıflarının borç vermede
kullandıkları “muamele-i ser’iyye” metodunun, “murabaha hedefli” bir finansal
fon kullandırdığı görülmektedir.
Çünkü uygulamada verilecek fon miktarı önceden belirlenen
bir faiz oranından (%15) kullanıcılara sunulmakta ve geri ödemede belirlenen
oran üzerinden ödemenin yapılması istenmektedir. Bu uygulamalar kendi donemi
tartışmalarının da ana nedenlerini oluşturmuştur.
Aslında mudaraba ya da müşaraka tarzında uygulamalar İslami
finans sistemi içerisinde istenen ve üzerinde her hangi bir tartışma olmayan
finansal fon kullandırma alternatifleridir. Ancak para vakıflarının
kalıcılığını (ebediyet) sağlama düşüncesi, isleyiş ve kontrol sisteminin zayıflığı
ve fonun karlı yatırım alanlarına yönlendirilmesini sağlayacak yetişmiş
elemanın bulunmaması gibi nedenlerle bu tarz finansal fon kullandırma
alternatiflerinin kullanılamadığını düşünmekteyiz. Dolayısıyla daha net ve
somut bir sonuç doğuran murabaha alternatifi, para vakıflarının finansal acıdan
isleyiş sisteminin temelini oluşturmuştur.
Sonuç olarak Osmanlı donemi para vakıfları, açıklamalardan
ve uygulama örneğinden de anlaşılacağı üzere, öncelikle belirli bir
nakdin/sermayenin kalıcı hale gelmesini sağlamakta, takiben yerel/bölge
halkının likidite ihtiyacının karşılanmasında önemli roller üstlendiği
görülmektedir.
Aslında bu vakıflar, yerel/bölgesel kalkınma girişimlerinin
finansmanında da kullanılabilecektir. Ancak bu vakıfların isleyiş sistemi olarak
daha çok murabaha yolunu tercih ettikleri, bu durumun da İslam hukuku
kurallarına göre bir takım çelişkiler doğurduğu ve kısmen de olsa hedef-sonuç
karmaşasına neden olduğu aşikârdır. Çünkü vakıf paraların kalıcılığını sağlamak
adına murabaha yönteminin tercih edilmesi, bu paraların farklı girişimlerin
finansmanı için kullanılmasını önlemiştir. Başka bir ifadeyle bu vakıflar, bir
girişim sermayesi finansmanı biçiminde ya da küçük ev atölyelerinin ve
girişimcilerin sermaye gereksinimlerini finanse edecek tarzda yapısal bir
değişimi sağlayamadığı ve bu nedenle de zaman içerisinde etkinliklerini
yitirdikleri belirtilmelidir.
KAYNAKÇA
-
Özcan,
Tahsin, (2008), Osmanlı Toplumuna Özgü Bir Finansman Modeli: Para Vakıfları.
Çerçeve, Sayı: Ekim.
-
- Akgündüz,
Ahmet, (1988), İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, TTK,
Basımevi, Ankara.
-
Armağan,
Mustafa, (2006), Osmanlı, Bir Vakıf Medeniyeti. Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma
Dergisi, Sayı 15, İstanbul.
-
Barkan, Ömer
Lütfi, (1942), "Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu
Olarak Vakıflar ve Temlikler", Vakıflar Dergisi, Sayı: 2, sf: 279-386.
-
Berki, Ali
Himmet, (1962), "Vakıf Kuran İlk Osmanlı Padişahı". Vakıflar Dergisi,
Sayı: 5, sf:127-129.
-
İpşirli,
Mehmet, (2006), Osmanlıda Vakıfların Tarihi Gelişimi. Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma
Dergisi, Sayı: 15.
-
Kazıcı,
Ziya, (1985), İslâmi ve Sosyal Açıdan Vakıflar, Marifet Yayınları, İstanbul.
-
Kazıcı,
Ziya, (2006), Vakıf Medeniyeti. Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma Dergisi,
Sayı: 15.
-
Manap,
Yusuf, (1991), İslâm ve Türk Vakıf Anlayışının Sosyal Temelleri. Yüksek Lisans
Tezi. İstanbul Üniversitesi. İstanbul.
-
Öztürk,
Nazif, (1983), Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Vakıflar Genel
Müdürlüğü. Ankara.
-
Tabakoğlu,
Ahmet, (2005), Türk İktisat Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul.
-
Ömer Hilmi,
Ahkâmü'l-Evkâf, İstanbul 1307/1889; Özcan, Tahsin, Osmanlı Para Vakıfları
Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003.
-
Uzunçarşılı,
Kapıkulu Ocakları, 1/254.
-
Barkan-Ayverdi,
1970. İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, (H. 953/M. 1546)
-
Altınay, A.
Refik, 16. Asır İstanbul Hayatı, İstanbul 1935, s. 87.
-
İnalcık,
Halil, The Otoman Empire, The Classial Age 1300-1600, London 1673, s. 162, 319.
-
Barkan-Meriçli,
Hudavendigar Livası Tahrir Defteri, 1/5; Döndüren, Hamdi, Günümüzde Vakıf Meseleleri,
İstanbul 1998, s. 97.
-
Yediyıldız,
Bahaeddin, "18. Asır Türk Vakıflarının İktisadî Boyutu" V.D., 18,
5-41; Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, TDV
Yayını, Ankara 1995, s. 138.
-
Tabakoğlu,
Ahmet, "İslâm Dünyasında Para ve Bankacılık Tecrübesi", İslâm
Dünyasında Para ve Bankacılık Tecrübesi, Albaraka Türk Yayını-17, İstanbul
2000, s.153.
-
Tabakoğlu,
Ahmet, "Osmanlı İktisat Tarihinde Enflasyon Meselesi (1300-1750)",
M.Ü.İ ve İ.B.F. Der., Sy. 2, İst. 1985, s. 245. Bir başka hesaba göre 1326-1755
arasında 429 yılda akçenin değer kaybı %91.3, yıllık ortalama değer kaybı yine
%0.2'dir.
-
Ali Haydar,
Duraru'l-Hukkâm, İstanbul 1330 H., 1/165-166.
-
Barkan-Meriçli,
a.g.e., 1/129 vd.; Murat Çizakça, Para Vakıfları, İst. 1993, s. 69.
-
Ekemen,
Nafiz Zeki, Mülkiyeti Muhafaza Mukavelesi, İst. Barosu Mec., 1964, s. 339 vd.
-
Haydar,
a.g.e., 1/666, 667; Mecelle, Madde, 396, 398.
-
Bilmen, Ö.
Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, İst. 1967, VI, 127, 128.
-
Ali Haydar,
a.g.e., 1/664, 655, 666; Mecelle, Madde, 119, 397. krş. İbn Rüşd, Bidâye,
Mısır, t.y., 2/123, 124; Bilmen, a.g.e., 6/47, 48.
-
Poroy, Reha,
Kıymetli Evrak Hukuku Esasları, İst. 1971, s. 7; Türk TK. 476/2.
-
Serahsî,
Mebsût, 2. baskı, Beyrut, ts. s. 17/18; Kâsânî, Bedâiu's-Sanâyi', Beyrut,
1394/1984, 6/80; Bâcî, Müntekâ, Beyrut 1403/1983, 5/149, 150.
-
İnfomag Der.
sy. 2007/1, Yıl: 7, Ekonomi sayfası; Milliyet Gazetesi, 19 Eylül 2007 sayısı.
-
Aybakan, B.
(2005). Muâmele. TDV İslam ansiklopedisi içinde (c. 30, ss. 319-320). İstanbul:
TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi.
-
Barkan, Ö.
L. (1966). Edirne Askerî Kassamı’na ait tereke defterleri. Belgeler, 3 (ss.
5-6)
-
Barkan, Ö.
L. & Ayverdi, E. H. (1970). 953/1546 tarihli İstanbul vakıfları tahrir
defteri. İstanbul: Kubbealtı Enstitüsü Yayınları.
-
Bayartan, M.
(2005). Osmanlı şehrinde bir idarî birim: Mahalle. Coğrafya Dergisi, 13, (ss.
93-107).
-
Çiller, T.
& Çizakça, M. (1989). Türk finans kesiminde sorunlar ve reform önerileri.
İstanbul: İstanbul Sanayi Odası Yayınları.
-
Çizakça, M.
(1993). Risk sermayesi, özel finans kurumları ve para
vakıfları. İstanbul:Ensar Neşriyat.
-
Çizakça, M.
(1999). İslam dünyasında ve Batı’da iş ortaklıkları tarihi. İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları.
-
İç işleri
Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı İstanbul İl Dernekler Müdürlüğü. (2005).
Tanıtım broşürü. İstanbul.
-
Kurt, İ.
(1996a). Para vakıfları, nazariyat ve tatbikat. İstanbul: Ensar Yayınları.
-
AKDEMİR
M.Sadık, (2007), Osmanlı Arşiv Belgeleri Işığı Altında XIX. Yüzyıl Burdur
Vakıfları, Review of the Faculty Divinity, University of Suleyman Demirel,
2007/1, number:18, Isparta.
-
ARMAĞAN
Mustafa, (2006), Osmanlı: Bir vakıf Medeniyeti, Sivil Toplum Dergisi, Yıl: 4,
Sayı: 15, Temmuz / Eylül dönemi,
http://www.siviltoplum.com.tr/?ynt=icerikdetay&id=570(07.02.2009).
-
BILIOTTI
Adrien Pierre Marie, (1909), La Banque Imperiale Ottomane, Paris.
-
CİZAKCA
Murat, (1993), Risk Sermayesi Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, İslami
İlimler Araştırma Vakfı Yayını, Tartışmalı ilmi Toplantılar Dizisi, İlmi
Neşriyat, İstanbul.
-
DEVELİOĞLU
Ferit, (1993), Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi Yayınları,
Ankara.
-
DONDUREN
Hamdi, (2008), Osmanlı Tarihinde Bazı Faizsiz Kredi Uygulamaları ve Modern
Türkiye’de Faizsiz Bankacılık Tecrübesi, Uludağ Üniversitesi, ilahiyat
fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı:1, Bursa.
-
- KAZICI
Ziya, (2007), Vakıflar ve Anadolu’da İslamiyet’in Yayılmasındaki Hizmetleri,
Uluslar arası Türk Dünyasının İslamiyet’e Katkıları Sempozyumu, Isparta.
-
KELES Hamza,
(2001), Osmanlılarda 19. Yüzyıldaki Para Vakıflarının isleyiş Tarzı ve iktisadi
Sonuçları Üzerine Bir Çalışma, G.U. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt: 21,
Sayı 1, Ankara.
-
KOYUNOĞLU H.
Hüsnü, (2008), Para Vakıfları: Muhasebe Defterlerine Gore 17. Yüzyıl İstanbul
Uygulaması, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VIII., Sayı: 1.
-
KURT İsmail,
(1996), Para Vakıfları, İslami İlimler Araştırma Vakfı, Ensar neşriyat,
Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi: 23, İstanbul.
-
OZCAN Tahsin (2008), Osmanlı Toplumuna Özgü
Bir Finansman Modeli: Para Vakıfları, Çerçeve, İslam Ülkeleri Arasında Ekonomik
İşbirliği Dosyası, İstanbul.
-
OZCAN Tahsin,
(2003), Osmanlı Para Vakıfları “Kanuni Donemi Üsküdar Örneği”, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, VII. Dizi, Sayı: 199, Ankara.
-
OZTURK
Nazif, (1995), XIX. Asır Osmanlı Yönetiminde Yaşanan Batılılaşma Hareketlerinin
Vakıflar Üzerindeki Etkileri, İslami Araştırmalar Dergisi, VIII/1.
-
TABAKOĞLU
Ahmet, (2002), Yenileşme Donemi Osmanlı Ekonomisi, Genel Türk Tarihi 7, Ed.
Hasan Celal Güzel, Prof. Dr. Ali Birinci, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara.
-
ARŞİV
VESİKALARI
o
Vakıflar Genel
Müdürlüğü Arşivi’inde (VGMA) Bulunan Vakfiyeler
o
Abdullah
Efendizâde Ali Vakfiyesi. VGMA: Defter no:588, s.175.
o
Salih Ağa
Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 589, s. 215.
o
Hancı Ali
Ağa bin Haşim Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 589, s. 216.
o
Hüseyin Ağa
bin Hasan Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 592, s. 181.
o
Mehmed bin
Koca Hüseyin Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 586, s. 9.
o
Ömer bin
Mustafa Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 589, s. 260.
o
Mustafa Ağa
bin Süleyman Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 589, s. 258.
o
Kurd Ahmed
Ağa bin İbrahim Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 588, s. 85.
o
Çerkes Hacı
Salih bin İsmail Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 590, s. 29.
o
Mehmed Ağa
bin Ahmed Vakfiyesi. VGMA: Defter no:586, s. 232.
o
Hüseyin bin
Ali Ağa Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 588, s. 220.
o
Mihaliç
Kazası Kaymakamı İzzetlü Ahmed Vacid Bey bin İbrahim Vakfiyesi. VGMA: Defter
no: 590, s. 8.
o
Şerif Ağa bin Hüseyin
Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 590, s. 263.
o
Hacı Emine
Hanım Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 590, s. 129,
o
İsmail
Efendi bin Mehmed Emin Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 591, s. 78.
o
Mustafa Nuri
Paşa Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 591, s. 261.
o
Musa bin
Abdullah Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 591, s. 103.
o
Kara Mehmed
bin Ahmed Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 600, s. 185.
o
Ramazan Ağa bin Kerim
Vakfiyesi. VGMA: Defter no: 595, s. 134.